GÜNLÜK

22.12.15

Bir ay önce yazmışım en son. Zaman bazen çok çabuk geçiyor gibi geliyor, bazen dakikaları sayıyorum, bir türlü ilerlemiyor. Okulun yoğun zamanlarıydı. Nispeten daha rahatız artık. Gerçi bu yıl okul benim için kaçış noktasıydı. Kafamdakileri bir süreliğine bir kenara bırakma yeri. Yine de hiçbir yere ait hissedememe, çabuk sıkılma, odaklanamama her daim benimle. Beklentileri fazla, zor mutlu olan biri olmadım hiç. Saçma sapan şeylerden mutlu olma kotam yüksekti hep ama bunun için insanın iç huzuru çok önemli. O olmayınca herşey zorlaşıyor. Zaten sorunlar da öyle başlıyor. Teyze muhabbetlerinde "gönül şenliği olmayınca herşey boş" gibi bir cümle duymuştum, işte tam da bu anlatmaya çalıştığım. Neyse işte öyle böyle geçiyor günler, bugünümüze şükür... 
Geçen bir ayda yine çok kahve içtim. Ankara'ya yeni kahve dükkanları açıldı. 
 Snoppy ve Charlie Brown'ı izledim sinemada ve çok sevdim. 
Cem Yılmaz'ın filmini de izledim, izlemez olaydım. Sevmedim!
Yeni bir diziye başladım. 
"How to Get Away with Murder" 
Dizi arayışındaysanız ve gerilim seviyorsanız tavsiye ederim. 
Depresif olsam da arada geyik de yapıyorum tabii ^^
Bir de böyle tatlı şeylerle moral yükseltmeye çalışıyorum işte *-*
.
Ayrıca snapchat kullanmaya başladım. Aslında çok aktif değilim, çünkü unutuyorum snap çekmeyi ama akşam takip ettiğim kişilerin snap'larini izlemeyi seviyorum. 
Kullanıcı adım: nazo_nazo 
.
Görüşmek üzere!

GÜNLER GEÇİYOR

21.11.15

Annem ve babam yanımdaydı. Hem onlara hem bana iyi geldi birlikte olmak. Bazen ağladık, bazen güldük. Hala şükredecek bir şeylerimizin olması garip geliyor. Aslında hayatın tümü garip geliyor artık. Çok karışığım. Hep birlikteyiz, ne kadar mutluyuz diye içimizden geçirdiğimiz an yokluğu tokat gibi çarpıyor, yüzler düşüyor. Aynı şeyi düşündüğümüzü anlıyoruz... 
Örgü öğrenmeyi çok istediğim ama öğrenmek için çaba sarfetmediğim bir hobi. Nedense çok zor ve karmaşık geliyor bana. Hiç bilmediğim için belki, belki gerçekten öyle bilmiyorum. Denedikten sonra karar vermek daha doğru olurdu ama neyse... Sonuç olarak örgü örmeyi bilmiyorum ama geri de kalamazdım. Hazır annem yanımdayken, hem onun kafası dağılsın hem benim gönlüm olsun diye aldık yünleri. Meğer yün dünyası derya denizmiş. Her zevke, her bütçeye göre çeşit var. Ben kırlent ördürmek istedim, bunun için bazı bloglarda tavsiye edilen yün Dmc Natura Just Cotton serisiydi. Basit bir modelle başladı annem. Tabii bana göre bir fizik problemi kadar zor. 
Motifler renkli renkli çoğaldıkça kendim yapmış kadar sevindim.
Neyse ki benim de becerebildiğim hobisel aktivitelerim var. Maksat kafa dağıtmak olsun. ^^
... ve çılgınca sonbaharı sevmeye devam ediyorum. 
Hayat zor, yüz güldürecek minik şeyler bulmak kolay *-*

ÖĞRETMEN OLMAK

12.11.15

Bazı sınıflara dersim olduğunda daha huzurlu, daha sakin, daha güleryüzlü oluyorum ama daha sonra öğrenci ayırt ettiğim için kızıyorum kendime. Diğerleri ile aynı sosyal çevrede ve yaşta oldukları halde nasıl bir aile ortamında yetişiyor da böyle çekilmez oluyorlar acaba diye üzülüyorum. Sonra bazı sınıfları/öğrencileri 'maalesef' daha çok sevmeye devam ediyorum. Böyle bir kısır döngü işte. 
Benzer bir konuda daha önce de yazdım diye hatırlıyorum. Demek ki dönem dönem bu iç hesaplaşmayı yaşıyorum. Aslında yalnız olmadığımı da biliyorum. Sonuçta hepimiz insanız ve içimizin ısındığı ya da ısınmadığı birilerinin olması normal ama bu durum biraz daha farklı. Gündelik hayatta negatif elektrik aldığımız bir insanla görüşmeyiz olur biter ama sınıfta öyle olmuyor. Sınıf içinde bazı öğrencilere daha toleranslı davranmak, diğerlerine kızmak, bağırmak yapmak istemeyeceğim bir şey. Bağıracaksam hepsine bağırayım :p Çok önemli olmayan bir şey için kalbini kırdığım bir çocuğun daha sonraki günlerde sıkıntısını, derdini öğrenmişsem nasıl gönlünü alsam diye karalar bağlıyorum. O belki durumun farkında bile olmuyor ya da üzerinde durmuyor ama ben bayağı büyütüyorum kafamda. Öğretmenliğin en zor tarafları bunlar bana göre. Yoksa ders, öğretmeye çalışma, sınav bir şekilde geçiyor. Meslek lisesinde çalışıyorum ve gelen öğrencilerin kapasiteleri, yaşanmışlıkları belli. Okul bittikten sonra çoğunlukla hayat daha zor onlar için. Çünkü üniversiteye devam eden az, çalışmak zorunda olan çok... Bir de ben vurmayayım, zaten yeterince ezilecekler diyorum. Aile konusuna girmiyorum bile, o başlı başına yazı konusu... 
İşte tüm bunlara rağmen o başta yazdığım durum oluyor.  Bu da böyle bir iç dökmesi olsun.

İKİ KİTAP

11.11.15

Birbirinin devamı son dört kitabından sonra Ayşe Kulin kitabı almayacağım diye yemin etmiştim. Bir konuyu o kadar sündürmüştü ki, ilk kitapta adı geçen neredeyse her karakter için yeni bir kitap çıkarttı ve bence çoğu okuyucusunu bunalttı. Bu kitabında o seriden olmadığına emin olunca aldım. O yüzden yeminimi yutmuş sayılmam. 
Kitaba gelince distopya (kötü, karamsar, negatiflik üzerine kurgulanan ülke, baskı altında kurallara itaat ederek yaşama) türünde yazdığı ilk romanı. Anlatımı akıcı ve sürükleyiciydi. Yasakçı, dayatmacı, baskıcı bir anlayışı ve bu anlayışa karşı çıkan insanları -özellikle kadınları- anlatıyor. Gelecekte bizi neler bekliyor? demek istemiyorum ama açıkcası anlatılanları yaşamaktan korkuyorum. Çok uzak değiliz gibi geliyor ve Yuna kadar cesur olabilir miyiz? düşünmeden edemiyorum.
Kafes, bir gerilim romanı. Peki bu kadar gerilmeye gerek var mıydı, işte orasını bilemiyorum. Neyse ki evde okuyup, korkmaktan kurtuldum. Çünkü kitaba Afyon'a giderken başladım, dönüş yolunda bitmişti. Bu tarz roman okumayı seviyorsanız tavsiye ederim. Ben eskiden severdim, pek özlemediğimi farkettim. 

GÖLCÜK TABİAT PARKI | BOLU

8.11.15

Geçen hafta Abant, Yedigöller gezisi yapalım dedik ama başka bir program daha çıkınca günübirlik bir geziye karar verdik ve dolayısıyla sınırlandırmamız gerekti. Bir kaç makalede bunun için en uygun rotanın Gölcük Tabiat Parkı olduğunu okuyunca cumartesi sabah erkenden düştük yola. 
Hani Bolu, Abant, Yedigöller'i google'layınca bir göl evinin olduğu fotoğraflar çıkıyor ya karşımıza, işte o gölün ve evin olduğu park, Gölcük Tabiat Parkı. Yani aslında Abant ve Yedigöller ile ilgisi yok. 
Gölcük, Bolu merkeze 17 km uzaklıkta bir köy. Ankara'dan yaklaşık 2.5 saat sürüyor yol. Ankara-İstanbul otoyolunun Bolu Doğu çıkışından çıktıktan sonra Bolu yönünde ilerleyip, Yedigöller yol ayrımını geçiyoruz ve Seben-Kıbrıscık tabelalarını takip ediyoruz. Daha sonra Gölcük tabelaları da görünmeye başlıyor. Navigasyon yardımıyla gittik biz ve sıkıntı yaşamadık. Giriş ücretli ve otopark var. 
Mangal yakmak için ayrılmış alanlar ve iki restoran var ancak bakkal, market gibi bir dükkan yok. Biz yanımıza içecek ve meyve almıştık, yemeği de orada yedik. 
Yolda çok hissetmemiştik ancak hava ciddi anlamda soğuktu. Kasım başında Ocak soğuğu diyeyim, siz anlayın. Daha kötüsü maalesef çok sisliydi. Öyleki o meşhur gölevi ve gölün üzeri sis bulutu ile kaplıydı. Yani bir tane bile gölevi fotoğrafım yok!
Peki bu duruma çok üzüldüm mü, tabii ki hayır çünkü doğaya dair en sevdiğim şey sonbahar renkleri! Gerçekten ne deniz, ne kar...
Ben en çok sonbaharın sarı, yeşil tonlarına hayranım. 
O yüzden bu kadar farklı tonu bir arada bulmuşken gölevini göremeyişimize üzülmek aklıma bile gelmedi. ^^
Çok soğuk olduğu için ormanın iç taraflarına yürümedik, gölün etrafını bir kez turladık (Yaklaşık 2 km). Yol kenarında sürpriz mantarlar vardı. Belki iç taraflarda daha farklı türleri de vardır ve belki sincaplar da... Biz sadece aşırı şişman bir kedi, koyun, parka girmeden önce de bol bol inek gördük :p
Hayran olmakta haksız değilim diye düşünüyorum. 
Huzur ve güzel duygular depolamak için, şükretmek için muazzam bir görüntü bence!
İşte o sis, bu sis!
Bir de aklıma gelmişken göl aslında yapay bir göl ama doğa ile harika bir şekilde bütünleşmiş.
Dura kalka, fotoğraf çeke çeke yürüyüşümüzü tamamladığımızda hem çok acıkmış hem de çok üşümüştük. Hemen park girişinde bulunan restoranda (Gazelle Kır Bahçesi) yemek yedik. Çok aç olduğumuz için lezzet konusunda olumsuzluk yaşamadık ki o an taştan yumuşak ne bulursak yerdik. Fiyatlar biraz pahalıydı; ancak fazla alternatif olmayışı, ortam, temiz havanın çok acıktırması gibi etmenler bunu görmezden gelmeyi sağlıyor diyebilirim ;) 
Sonrasında biraz daha yürüdük ve baharda yeniden gelme planları yaparak dönüş yoluna geçtik. 
Benim için güzel bir cumartesiydi ve bu huzur tüm hafta sürer umarım. 
İyi pazarlar!

F451 BREW | ANKARA

3.11.15

F451 Brew Ankara için yeni sayılmaz ama ben yeni gidebildim. 
Çok küçük, estetik kaygısı taşımadan estetik olan bir kahve dükkanı olmuş bence.
Emekli olunca deniz kenarında küçük bir kasaba hayali olan insanların, bulunduğum şehirde küçük bir kahve dükkanı açma hayali olan versiyonuyum ben. Bunun için emekli olmayı beklemek istemiyorum tabii, zira 25 yıl var. O zamana kahve şırıngayla falan enjekte edilir herhalde :p Gerçek anlamda küçük olacak. Ticari kaygım olmayacak, akşama kadar müşterilerime kahve yapacağım bir yer. Keyfim olursa kurabiye falan da yaparım kahvenin yanına. Ahmet bunun günümüz ekonomik koşullarında mümkün olmayacağını söyleyip hayal kurmama bile izin vermedi ama ben şöyle düşünüyorum: if you can dream it, you can do it *-*
Konumuza dönecek olursak tarafımca sevilip, beni hayalden hayale sürükleyen f451 hep gidilesi kahve dükkanları listeme hızlı bir giriş yaptı.
Kennedy Cad. 31/C Ankara

PEANUTS

2.11.15

Geçmişe ışınlanıyoruz ve hoopp kendimizi tv karşısında Snoopy'nin maceralarını izlerken buluyoruz ^^
Müdavimi olunmasa da en az bir kere izlenmiş ya da izlenmemişse bile mutlaka herkesçe bilinen karizmatik, tembel ve uykucu köpek Snoopy ve kaybetmeye mahkum, ezik sahibi Charlie Brown, çatısında uyuduğu kırmızı evi, kankisi minik kuş Woodstock kısa bir süre önce aklıma düştü yeniden. Daha doğrusu bir moleskine ajanda -ki sonradan ne yapıp edip buldum- sayesinde hatırladım çok sevdiğim çizgi filmi. 
Sonra ekibi topladım. 
Battaniyesini yanından ayırmayan ve sürekli parmağını emen Charlie Brown'un en iyi arkadaşı Linus, Charlie Brown'un kardeşi Sally, Charlie Brown'a aşık Marcie ve Peppermint Patty, sürekli piyano çalan Schroeder, Franklin, Lucy ve Pigpen ♥ 
... ve güzel haber 6 Kasım'da Amerika'da vizyona giriyor Peanuts. 
Şimdiden heyecanla bekliyorum ben eski günlere dönmeyi! 

ZOR

12.10.15

Ne akıl almaz günler yaşıyoruz. Cumartesi gününden beri okuduklarım, duyduklarım, gördüklerim içimi parçalıyor. Sabah en son şöyle bir cümle okudum: "Cenazesini bulabilenin sevindiği ülke" Ölümü o kadar kabullendik ki artık, razı olduğumuz şey cenazeyi bulabilmek. Kim bu kadar vahşice ölmeyi hakeder? 
Orada yaşananlar kimin aklından çıkar? Üzerine insan parçalarının düşmesi ya da cesetlere basmamak için yürüyememe.. Hangi psikoloji kaldırır bunu? 
Bir adli tıpçının yazısında şöyle yazıyordu: Terörizm amaçlı bir patlamadan sonra, en çok da ölen insan sayısından bahsedilir. Ancak asıl etkisi ölü sayısından çok arkada kalanlarda görülür. Patlama ile ölenlerin yakınlarındaki travmalar, patlamadan sağ ya da yaralı çıkmış insanların o can pazarında parçalanmış insanları gördüğünde yaşadığı travmalar, hayat boyu ruhi ve bedensel sakat kalanlardan kimse bahsetmez. Hele o kadar insanın öldüğü bir bombalamada, sokakta kaç kuş, kedi, köpek öldü kimse saymaz...
Çok acı... Yaşanılanlar nasıl unutulur bilmiyorum. Can güvenliğimizin olmamasını içime sindiremiyorum. Metroya binmeyin, kalabalığa girmeyinle can güvenliği mi sağlanır? İşe gitmek için elbette bunlardan birini kullanacağız. Ölümün ne zaman, nasıl geleceğini bilmiyorken paranoyak gibi evden mi çıkmayacağız? Ne yapacağız? 
İçime sindiremediğim başka bir şey de bu kadar kötü bir olayda dahi birlik içinde olamamamız. Artık çok sıkıldım ocu, bucu, bizden değilcilerden... İçinde bir gıdım insanlık olmayanlardan. Ölüye acaba kimlerdendi diye bakandan.. Bizler ambulans sesi duyunca içimizden inşallah iyileşir diyen, camide her hangi bir cenaze namazı kılınırken Allah rahmet eylesin diyen insanlar değil miyiz? Belki o insanlar da kötü ama o an bunu sorgulamak saçma değil mi? Acılarımızı yarıştırdıkça, ayrıştıkça daha beter ölüyoruz...

Sabah Levent Kırca'nın ölüm haberini aldık. Çocukluğumuzun simgeleri birer birer eksiliyor. O'nun bugün gidişinin tesadüf olmadığına inanıyorum ben. Bir kaç gün önce demiş ki: Dik durun. Adil olun. Daha iyi bir dünyada görüşmek ümidiyle. Atatürkle kalın, Cumhuriyetle kalın, hoşçakalın! 
Vasiyet gibi sözlerini bugün o kadar çok duyduk ki televizyonlarda, ders olsun diye, umutsuzluğu bırakın diye bugün öldü sanki.. Çünkü ben hiç bu kadar umutsuz olduğumuzu hatırlamıyorum. Gerçekten artık herşeyin sonuna gelmiş gibiyiz. 
Yazmadan geçemeyeceğim sabah başsağlığı yorumlarında "Levent Kırca inanmayan biriydi, nasıl mekanı cennet olsun dersiniz. Mekanı cennet olacaksa biz inanların nasıl bir artısı olacak." yazmış birisi. Cahillik, sevgisizlik diz boyu.. Nasıl bir gelecek, nasıl bir son bekliyor bizi acaba? 

3. AY

7.10.15

İçin avaz avaz ağlarken, dışının sessizce kabullenmesidir sabır denen şey. Sabır...  
İyi görünüyorum, soranlara iyiyim diyorum. Acım yüzümden görünsün istemiyorum. İyi niyetli teselliler iyi gelmiyor çünkü. İçimde o kadar ses var ki, dışarıdaki sessizlik en iyi gelen şey bana.  

DÖRT KİTAP

3.10.15

Konstantiniyye Oteli ve Kabil Haziran ayında okuduğum kitaplardı ama yazmak bugüne kısmet oldu. 
Zülfü Livaneli ne yazsa okurum, çünkü anlatımını çok seviyorum. Konstantiniyye Oteli için bazı olumsuz yorumlar okumuştum. Bence gayet Livaneli romanıydı, yani "bu kez olmamış" tarzı eleştirileri hakketmediğini düşünüyorum.
Sadece kitabın cildi ve sayfaları çok kalitesizdi. Plajda rahat okunsun vs. diye sayfaları inceymiş sözde. Bu kadar 'ince' düşünülüyor madem biraz da fiyatı düşük olsaymış iyi olurmuş.
Kabil, okuduğum ilk Jose Saramago kitabı. Hemen sarıyor diyebileceğim bir kitap değil hatta ilk başlarda zorlandım biraz ama sonradan farklı anlatımını sevdim. Çok kısa bir kitap. Din, kader, inançlar gibi aslında ciddi konuları ele alsa da gülümseyerek okunuyor.
Kayıtsızlık Şenliği'nden aklımda kalan ve bence kitabı anlatan cümle: 
"Tek kurtuluş biraz şaka, biraz kayıtsızlık"
 Günübirlik Hayatlar, Irvin Yalom kitabı. Henüz bitirmedim ve biraz yavaş ilerleyebiliyorum. 
Seversem hakkında yeniden yazarım. 

BARİ GEZİ NOTLARI

30.9.15

Son gün sabah erkenden otelden ayrıldık ve önce shuttle bus ile tren garı, ardından trenle Bari'ye gitmek için yola çıktık. Türkiye uçağımız 15.30'daydı, havaalanına gidiş süresi, bagaj işlemleri vs. çıkınca 3 saatlik bir zamanımız vardı Bari'ye ayırabileceğimiz. O yüzden modern şehri, ünlü alışveriş caddesini hızlıca geçerek, Eski Bari'ye ulaştık. Bari Güney İtalya'nın Napoli'den sonraki 2. büyük şehri. Bari Vecchia şehrin eski bölgesi, dolayısıyla turistlerin de uğrak noktası. Zaten gezip görülmesi gereken yerler de bu bölgede (Bari Katedrali, Adalet Sütunu "Colonna Delle Giustizia" ve Aziz Nikola Bazilikası) ancak geleneksel hayat da sürüyor ve bölgeyi ilgi çekici yapan da bu sanırım. Sokaklar çok çok renkli...
Balkonların bir kısmı bir sürü bitkiyle dolu, diğer kısmı da çamaşırlarla... 
Bari deyince aklıma ilk gelecek şey balkonlarda asılı çamaşırlar olacak kesinlikle! 
Sokak satıcıları, oyun oynayan çocuklar, kapı önlerinde ya da balkondan balkona muhabbet eden kadınlar, bisiklete binen gençler diğer eğlenceli Bari detayları...
... ve tüm sokaklarda orecchiette yapan kadınları görmek olağan. Orecchiette kulak memesi şeklinde bir makarna türü. Türkçe'de de "kulakçık" gibi bir anlamı varmış. Zaman darlığından pişmiş halinin tadına bakamadım ancak bence her makarna gibi güzeldir eminim ^^ 
Bari, Adriyatik Denizi kıyısında bir liman şehri ayrıca ve Lungomare'de Bari'nin kordon boyu. Burayı da turlayıp, hatta banklarda biraz soluklanıp dönüş yoluna geçtik. 
Puglia bölgesi İtalya'nın bambaşka yüzü ve güzel kıyıları, küçük kasabaları, lezzetli yiyecekleri ile görülmeye değer ve geniş bir zaman ayrılmayı hakkediyor.
Biz damağımızdaki tat ile ayrıldık maalesef. 
.
Ciao Puglia 
.
Twitter'da severek takip ettiğim @varunagezgin "seyahat aşkı en umut verici yaşam belirtilerinden birisidir" demişti. 
Mecburi bir iş seyahatiydi belki ama iyi geldi uzaklaşmak. 

OSTUNİ GEZİ NOTLARI II

29.9.15

Sabah fotoğraf çektiğimizi söylemiştim. 
İyi ki uykumuza kıymışız o gün çünkü hava kararmadan gezme fırsatımız olmayacakmış bir daha.
Yunan adalarını andıran beyaz badanalı evler, helezon şeklindeki merdivenler ve onlarca çeşit kaktüs ile Ostuni sürprizlerle dolu sevimli bir kasaba olarak hafızalarımıza kazındı.
Minik hediyelik eşya dükkanlarından çok farklı şeyler bulamadık maalesef. Akdeniz, Ege'de aşina olduğumuz hediyelik eşyaların aynısı orada da vardı. Magnetler bile çok farklı değildi ama aldım. Gittiğim yerlerden almayı tercih ettiğim ve sevdiğim tek şey magnet zaten. 
Market alışverişleri ayrı tabi ^^
Farklı kaktüs çeşitlerini ve tüm boylarını gördüm sanırım, her biri saksılarıyla eve getirme hissi uyandırdı.
Son seminer günü de tüm grup sahili gezdik. Çok rüzgar vardı ama görmemiş olmayalım diye gittik. Adriyatik Denizi'ne de ayağımız sokmayacak değildik herhalde :p 
Ayrıca 2000 yıllık zeytin ağaçlarının olduğu zeytin bahçelerini görüp, zeytinyağı yapım aşamalarını izledik. Aklımızda kalacak güzel deneyimlerdi. 
Yarın kısa Bari turumuz var.